Hilal Polat ile 4 Eylül’de Barın Han’da açılan solo sergisi “Biz Beceremiyoruz Bu Love İşlerini” sergisi ve sanatçının üretim yolculuğu üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Sergiyi 21 Eylül 2024 tarihine kadar ziyaret edebilirsiniz.
İnadına yaşamaya ve dil çıkarmaya
Hilal Polat’ın işleri sevmek üzerine. Rengarenk vadilerin içinde kaybolmak üzerine. Acıyı, kederi, kaybı, geride kalanları ya da kalmamak üzerine direnenleri sevip, saklamak, onlarla barışmak üzerine. Tersine dünya ve onun uydurma mitleriyle kavga etmek değil onları kabul mesafesiyle kucaklamak üzerine. Polat’ın dünyasında terk edilen ya da öteki olarak işaret edilen herkes için nefes alacak bir düzlük var gibi. Neşesi var işlerin. Sürekli gözleri sizin üzerinizde ve sizi izliyorlar. Onların kendilerini ya da bir şeyleri kabul ettiği ve size sarıldığı noktada size gözdağı vermek gibi bir niyetleri yok. Zira korkutulmadan da hazları ve yakınlığı öğrenmemiz mümkün. Adem ile Havva hikayesi bir “gösterip de vermemek” hikayesinden çok örtük bir cazibe hikayesidir. Sanatçının kendi hikayesi ve geçmişle oynadığı oyun da benzer biçimde yaratılmış bir cazibedir. Pek çok aşık düşüşlerinden önce kandırılmıştı. Ellerinin altındaki her şeye erişebileceklerine dair bir yalan vardı. Her biri ahlakı öğrenirken kötümserliği de öğrenmiş oldu böylece. Onların önceki hayatlarından daha çok sonrasında yaşadıklarına bakarız. Ahlakla ilişkileri değişmiştir ve durdukları yerin merkezinde artık kötümserlik vardır. Oysa ki önceki hayatlarını görmeden, bir filme ortasından dahil olduğumuz noktada ahlakın bu karakterlerin hayatlarındaki yerine dair bir şey söylemek nasıl mümkün olabilir? Hilal Polat’ın hikayesinin izin verdiği ölçüde işleri arasında dolaşırken sanatçının kişisel hikayesiyle dolaşık anlatılar keyifli biçimde iç içe geçiyor. Ortaya salt gerçeği aramak niyetinde olan bir yol haritası değil başka olasılıkları görmenizi mümkün kılacak değerli bir rampa çıkıyor. Oradan sonra hızlanıp hızlanmamak size kalmış.
İstanbul'da bir sergi açma fikrine ilk olarak ne zaman karar verdiniz?
Ankara'da sergi açtığım ilk gün aslında. Orada ve orada olmayan insanlarla. İstanbul'daki insanlar gelemedikleri için ve insanların böyle bir yük altına girmelerini istemediğim için burada da bir sergi açma fikri doğdu. Barın Han bunun için çok uygun bir yerdi. Koşullar uygundu ve açtık.
Ankara mı İstanbul mu?
İstanbul.
Neden?
Belki Ankara'da tam olarak ulaşması gereken kitleye ulaşmadığı için olabilir. Ankara'da da elbette büyük bir sanat kitlesi var. Ama benim ürettiğim işlerdeki o sarkastik anlatım tam olarak yerini bulmuyor gibi hissediyorum. Oradaki kitle için işlerim ya da vermeye çalıştığım mesaj ciddiyetsiz kalmış olabilir. İstanbul'daki insanlar için çok tamam olabiliyor. Daha bunu bilen ve anlayan insanlar geliyor gibi hissediyorum. Daha güzel dönüşler oluyor. Bir de burada daha fazla insan bir şeyleri takip ediyor.
Bunda sizin burada daha fazla tanınıyor olmanız etkili olabilir mi?
Evet, kesinlikle bununla ilgili. Ankara'da bir noktada kapandığım, kimseyle görüşmediğim ve ürettiğim bir aralık var. Haliyle orada iletişimim yok. Arkadaşlarım elbette var ama büyük bir sanat çevrem olduğundan ya da takipçim olduğundan bahsedemem. Onların da beni görmezden geldiğini düşünüyorum bir yandan. Ankara'da sanatsal üretim daha çok eş dost ve tanıdık ilişkileri üzerinden şekilleniyor. Daha geleneksel belki. Ama benim ürettiğim gelenekselliği kabul etmeyen bir geleneksellikten bahsediyorum burada. Resim yağlı boyadır. Heykel anıttır ya da anıtsaldır gibi bir anlayış hissediyorum hep.
Sizin baktığınız yerden sanat geleneksel midir?
Eğer ürettiğim şeyleri bir ‘iş’ olarak kabul edeceksek, ki bunun için eğitim aldım. Yıllardır bu alandayım. Verebileceğim doğru bir cevap yok bence. Herkesin kendi baktığı yerden gelen bir şey o. Herkes çok biricik ve herkesin o biriciklik içinde ürettiği bir şey. Güzel bir aralık o. Bu sergide ürettiğim bir kitap var örneğin. Bir portfolyo hazırladım aslında. Ama burada doğmuştur, şunları yapmıştır gibi bir portfolyo değil bu. Aslında ciddiyetsiz bir şey yaptım ben. O ciddiyetsizliğin içine çocukluğumdan beri maruz kaldığım şeyleri de ekledim. Tuhaftım, ötekiydim, öyleydim, böyleydim. Kendimi kadın ya da erkek olarak tanımlamıyorum. Benim kardeşim öldü ve bir sayfada örneğin tamamen o var. Ailemin nereden geldiğini bilmiyorum. Bir sayfa onlara ait. Benim portfolyom bu olmalıydı. Bunu da kumaşla yaptım. Bunu kağıtla yapsaydım aynı şey olmayacaktı. Gelen tepkiler insanların tuhaf ve yalnız hissettiğine dairdi. Aslında hepimiz öyleyiz. Ben de hiç öyle değilmişim gibi dursam da beni perişan ettiler. Ama devam ediyorum. Kitabı bu anlamda görmenizi çok isterim.
Bahsettiğiniz portfolyo gibi sadece İstanbul özelinde ürettiğiniz işler var. O işlere nasıl karar verdiniz?
Ankara’daki serginin tam olarak beni anlatmadığını düşündüm aslında. Beni tanımadılar. Ben bile kendimi tanımıyorum bazen. (gülüyor) İzleyici nasıl tanıyabilir? Bu kadın böyle şeyler yapıyor ama. Bilmiyorlar niye bunu yapıyorum. Hep soruyorlar. Bunu nerede gördün, neden ürettin gibi sorular. Eksik olan şey buydu. Nerede öğrendin ya da niye öğrendim? Anlatmaya başladım. Annemden öğrendiğim şeyleri gösterdim. Bir yatkınlığım olduğunu iliştirdim. Ben doğdum ve bunları yapıyorum. Hediyeli doğanlardanım diyebilirim. Aile çevremde ve yakınlarımız arasında böyle bir tanımlama vardır. Bana bir hediye verilmiş ve ben de size sunuyorum. Ama ben de çok hasarlıyım. Kendi portfolyomun özeti bu işte. Ben de bir şeylerin içinden geçtim ya da bir şeyleri yaşadım. Geçenlerde sergiyi ziyaret eden genç bir kadınla karşılaştım. Barın Han’daki diğer sergileri gezmiş ve sonra benim sergime uğramış. Oradaki diğer sergiler başlık olarak soykırım, yerinden edilme ve yurt gibi ağır konular üzerine. “Yukarı çıktım ve sizin serginizi gördüm. Ne kadar güzel, rengarenk bir sergi dedim içimden. Ama o kitabı okuduktan sonra daha kötü oldum” dedi. Bu kadar canlılığın ve mutluluğun içinde bu kadar karanlık bir tarafı görmeyi beklemiyordu. Sergide kullandığım dil ve hikayede böyle aslında.
Bir sanatçı olarak duygularını özgür bırakmak, ne yaşadığını ya da yaşamadığını, egolarını bir kenara bırakmak ve filtresiz yol alabilmek.
Üniversitede ben sanatın ne olduğu ya da nerede durduğunu öğrenmedim. Çünkü öğretmediler. Bana yağlı boya böyledir ya da ekolümüz budur dediler. Pek çok öğrenciye olduğu gibi. Ben yirmi beş sene önce de bu işleri yapıyordum. Beni görmüyorlardı. Bir yandan hiçbir şey değişmiyor aslında. Aynı erk anlayış yine var. O ne derse o oluyor. Ama bezden heykel yapıyorum ve çok da seviyorum malzeme olarak bezi kullanmayı. Yağlı boya resim yapabilirim ya da mermer, seramik gibi malzemeler de kullanabilirim ama meselem o değil. Kendime hangi malzemeyi yakın bulmamla ilgili.
Söylediğiniz şey malzemenin yıllar içinde muhafazakarlaşmasıyla ilgili. Malzemeye bakış açısı bu kadar kısır bir yerdeyken üretim yolları nasıl çeşitlenebilir?
Çeşitlenemez ve üretimler zaman içinde çok tektipleşir. Hatta devam etmez ve durma noktasına gelir. Geçenlerde birkaç arkadaşımla birlikteydik. Onlardan bir tanesinin benim yanımda çok gergin olduğunu gördüm. Çünkü söyleyeceği şeyin geleceği noktadan dolayı bir gerilim var gibiydi. İkimiz de birbirimizi aslında seviyoruz. Başka bir sanatçının işlerini gördüğünü söyledi. Onunla beni ilişkilendirdi. “Sanki sen Yaşar Kemal’sin. O da Orhan Pamuk” dedi sohbetin bir noktasında. Sinirlenmem gerekirdi ama o an bana ne büyük bir iltifat ettiğini söyledim. Benzer işler çok fazla artık ve bu benzetme, benzetilen şey/şeylerin kendisinin nerede durduğundan çok ne çok insan olduğumuzu ama ses olarak ne farklı yerlerde dolandığımızı görmek açısından kıymetli. Herkes üretsin ve söz söylesin. Daha da çoğalsın.
İçerik mi biçim mi?
İçerik.
Neden?
Benim kafam çok daha içerik üzerine çalışıyor en başta. Ben bir hikaye anlatıcısıyım. Bir şeylerle ilgili yazmayı, karalamayı seviyorum. Hikayeleri başka yerlerinden tutmayı seviyorum. Medea hikayesiyle ilgili çok soru geliyor örneğin. Geleneksel hikayede karakter bu değil çünkü. Tarih boyunca itibarsızlaştırılmış kadınlardan biri Medea. Ben ilk okuduğumda şunu düşünmüştüm: Bir kadın çocuğunu nasıl öldürür? Kadının güçlenmesi üzerinden ve o kadının elinden o gücü alabilmek için yapabilecekleri en büyük yalanı söylediklerine inanıyorum ben. Tarihi kadınların yazmaya başlaması üzerinden çok zaman geçmedi henüz. Galiba buralarda dolaşmayı seviyorum.
Oynamayı seviyorsunuz.
Evet. Özgür olduğum tek yer. O yüzden rahat bir şekilde tiyatro sahnesinde bir şeyler yapabiliyorum. O kostüm üzerinde çalışırken söylediği sözün nereye gideceğini görüyorum. İmkan varsa bunları yokluyorum. Sahnede yapıyorum. Sergilerimde yapıyorum. Belki bir film yaparım. Albüm hazırlarım. Bilmiyorum. Her şeyi yapabilecek donanımda olduğumu söylemiyorum ve inanmıyorum da zaten. Ama yapabilecekmiş gibi hissediyorum.
Yolda öğrenmek diyebilir miyiz?
Elbette. Çünkü her şeyi yolda öğreniyorum ben. Bana kimse bir şey öğretmedi; düşe kalka ve biraz zor yoldan aldım o bilgiyi. Aklıma bir anı geldi. Herkes benim Afife Ödülü sahibi olduğumu sanıyor. Jüri de buna dahil. Ama aslında yok. (gülüyor) Elbette bir gün alacağım. Bunun için bir engel yok. Yıllar içinde bana engel olmalarına çok fazla müsaade ettim. Onları suçlamak için demiyorum bunu. Verici olmaya çok müsaittim. Onlar da bundan faydalandılar.
Kendi potansiyelinizi nerede görüyorsunuz?
İnsan olmayı öğreniyoruz galiba yavaş yavaş. Kendi adıma çok büyük bir hızım olduğunu söyleyemem. Sınırlarım, öğrendiklerim, yargılarım var ama çabalıyorum.
Yanlış yapabiliriz ama soru sormayı öğrenebiliriz.
Ben meraklı biriyim. Çok içgüdüsel bir insanım ama öğreniyorum. Kendimi yolculuğa bırakıyorum. Kendi kendimin çocuğu gibiyim. “Merhaba tatlı kız. Bugün de yeni bir dramaya mı kalktın yoksa” gibi bir yerden kendime bakıyorum. İçimde bir sürü şey var. Aklıyla baş edemez derler benim gibi insanlar için. Gerçekten o benim. Bazen baş edemiyorum. Sizin görmediğiniz ekranlarım açık örneğin. Burada bir tiyatro oyunu dönüyor. Diğer ekranda başka bir şey. Ben aynı anda birden fazla şeyi yapan biriyim. Sanırım bu yüzden. Bir yandan bir şey izliyorum. O sırada biriyle konuşuyorum. Elimde başka bir iş oluyor. Aklımda ise bir sonraki işi planlıyorum.
Nasıl birleştiriyorsunuz?
Sihir gibi sanırım. Özel bir çabam yok. Okuyorum, izliyorum, yeniden izliyorum. Bazen defalarca düşünüyorum. Bazen sadece ön yargılarım var. Seviyorum ya da sevmiyorum. Şunu fark ettim bir noktada. Yıllarca kendimi bir şey yanlışsa bile o kadar çok tutmuşum ki! Şimdi duyguları özgür bırakınca her şey yoluna giriyor. Özel bir şey yapmıyorum bunun için. Aklıma geliyor. Bahsettiğim şey bu. Gözümün önünde sürekli imajlar var. Sonra onların hikayeleri geliyor. Elim asla durmuyor. Her şeyi o yapıyor aslında.
Çok hızlı ürettiğinizi biliyorum. Biraz bu kısımdan bahsedebilir misiniz?
Bunu çok fazla dillendirmekten hoşlanmıyorum çünkü insanlar bunu başka şekillerde anlayabiliyorlar. Benim zamanla ilgili bir sıkıntım var. Zaman algım yok gibi. Zamanı standart bir insanın ele aldığı haliyle alamıyorum. Hızım ondan dolayı galiba. Kafamın çalışma hızına bedenim ya da ellerim yetişemiyor artık. Ciddi ağrılar yaşıyorum bu yüzden. Galiba çok çalıştığım ya da gün içinde hiç durmadığım için ellerim de bir şeylere yetişme halinde. En basiti onları meşgul etmek için yemek ya da temizlik yapıyorum örneğin. Bunların değersizleştiği bir dünyada bunlar da değerliymiş diyorum. Bir oyunun tasarımını yapacağım yakında ve oyun göç üzerine. O an şunu düşündüm. Şu an gidecek olsam hiçbir şeyi götürmem mümkün değil. Sanırım sadece dikiş makinemi alırdım yanıma. Yolda ihtiyacı olanların işlerini hallederdim. Dünyanın sonunun geldiği bir senaryonun içinde olsak bile var olabilirmiş gibi geliyor bazen.
Bu söyleşi ilk olarak 23 Eylül 2024 tarihinde bantmag.com adresinde yayınlanmıştır.
Comments