AIDS krizinin patlak verdiği 80'li yıllardan günümüze kuir sinemanın yolculuğu aynı zamanda zorlu bir hak mücadelesinin, cehalet ve homofobiye karşı direnişin ve adım adım ulaşılan kazanımların da tarihidir.
Editör: Berke Göl
Buluştuğumuz yer burası
Eyleme geçmek, 1980'li yılların ortalarından itibaren LGBTİ+ topluluğu için bir mecburiyet ve sorumluluk hâline gelmiştir. HIV ve AIDS’in dönem itibariyle bir krize dönüşmesi, salgını takip eden yirmi yılda aynı zamanda bir özgürleşmeyi de beraberinde getirir. Ancak bu özgürleşmenin bedelinin çok ağır ödendiğini ve nispeten ‘özgürleşme’ diye adlandırılabilecek ‘iyileşme’ döneminin eşcinsel tarihinden ayrı ele alınamayacak bir homofobi tarihine tekabül ettiğini unutmamak gerekiyor. Sinemanın içinden geçen insanların kırmızısı daha bir parlak mücadelesinin ele alınacağı bu yazıda, metnin kendi içindeki iletişimi temel olarak iki başlık etrafında şekillenecektir: AIDS alanında yürütülen kamusal sağlık politikalarının yetersiz kaldığı noktada dayanışma ağlarıyla harekete geçirilen sivil örgütlenmelerin kurulduğu ‘Uyanış’ ve 1990 sonrasında büyük ölçüde çerçevesi değişen salgının sosyal güvence yoksunluğuyla ilintili bir sağlık durumu olduğuna odaklanan bir dizi yapımın ortaya çıktığı ‘Bekleyiş’.
Uyanış
Masmavi bir derinliğe bakıyorsunuz Derek Jarman’ın Mavi’sinde. (Derek Jarman, Birleşik Krallık, 1993) Tilda Swinton’ın sesini takip ediyor; sağınızdan solunuzdan geçen şeylere dikkat kesiliyor ve mutlak bir mavi ekranın içinde zihninizin akıp durduğu ve uzanabildiği kadar derine uzandığı
bir boşluğun içinde Jarman’la birlikte eriyorsunuz. Müthiş bir sancıyı kucağınıza bırakan Jarman'ın kendi tuttuğu günlüğe dayanan bu avangard işi, bir veda mektubu niteliğinde. İmajların bize gelen hâli üzerine görme edimi içinde kendine yer bulan Mavi, bir anlamda geçmişin zamansız bir şimdiliğine doğru akış içinde.
Geçmiş genellikle doğrusal bir zemin ve devinim içinde düşünülür. Doğrusal zamanın geçmişi tanımlama hâli, kabaca şimdiye ve geleceğe dair bir izlek sunar. Hiçbirimiz geçmişin kapsamıyla pek ilgilenmeyiz ya da geçmişin uzamsal bir kategori olabileceği fikriyle. Jarman ise geçmişin şimdiki zamandan çok farklı, özel bir alanı olduğuna işaret ediyor. Geçmişin sadece kişisel hafızanın sahibini merkeze almakla kalmadığını, hepimizin üzerine geçirdiği bir giysi olarak aslında hepimizi merkeze aldığını söylüyor; şimdiki zamanın geçmişi teninde taşıdığını gösteriyor. Yönetmenin yattığı ya da oturduğu yerde, gittiği göz doktorunun muayenehanesinde açık bir camdan rüzgârın estiğini, perdenin hafifçe havalandığını hissediyorsunuz. Sanki hepimize, hiçbir işleme ihtiyaç duymayan bir keten giydirilmiş. Bedenlerimizle aramızda hep bir mesafe, bir hava
var. Çarşaflar hafifçe havalanıyor ve yönetmenin ağzından bedenlerimize nüfuz eden bir geçmiş geliyor. Okunan ya da nitelendirilen her şey bir doku olarak kendine boşlukta yer buluyor. Bizler bu alanı keşfettikçe, geçmişin ve Jarman’ın bellekle kurduğu ilişkiye, yolların ve patikaların katlanarak ilerlediği bir akışın kendisine nail oluyoruz. Mavi, kişinin HIV ve AIDS’le nasıl ilişkilendiğini, nasıl mesafelendiğini gösteren samimi bir düsturla baş başa bırakıyor bizi.
Kamusal sağlık politikalarının ihtiyaçlara cevap vermediği bir dönemde kurulan ve üyelerinin çoğunu geylerin oluşturduğu dernekler, salgının eşcinsellik boyutuyla ilgileniyordu. Dünyadaki en önemli dayanışma ağlarından biri olan AIDES, ibne ölümlerinin kimseyi telaşlandırmadığı bir dönemde AIDS ile eşcinsellik arasındaki kurulan bağı kırmaya yönelik aktivizm yürütüyordu. Aynı dönemde kurulan ACT UP devlet kurumlarının eylemsizliğini protesto ederken, aslında o dönem kurulan ve ihtiyaca cevap olan pek çok sivil toplum örgütü bir utanç döngüsünü yıkmaya ve salgın ile homofobi arasındaki ilişkiyi ortadan kaldırmaya çalışıyordu. David France’ın 2012 yapımı How to Survive a Plague’i (David France, ABD, 2012) ABD’deki büyük ölçekli bir AIDS araştırmasıyla ilgili olarak ACT UP’ın tabanda yarattığı etkiyi gözler önüne seriyor. Robin Campillo’nun Kalp Atışı Dakikada 120’si (Robin Campillo, Fransa, 2017) ise mirasını acıdan alıyor ama hayata sımsıkı tutunan bir hikâyeye dokunuyor; filmde ACT UP Paris’in aktivistleri hayatta kalmak için şehri ele geçiriyor. Dramatik anlatısını 80’ler ve 90’lar arasında kuran bu filmler, eşcinselleri lanetlemek için Tanrı’nın gönderdiği “gey kanserini” ya da vebayı çokça sahiplenen ve kayıtsızlığı bir amaç edinen hâkim politik düzlemi sarsmak üzere örgütleniyor. Ancak Campillo’nun kurmaca işinde dikkat edilmesi gereken nokta, karakterlerin eylemden önceki ve sonraki hayatlarıyla daha fazla ilgilenmesi; şüphesiz kenarda kıyıda olduğunu bildiğimiz polisleri ya da hücreleri kadrajın dışında bırakması.
Bekleyiş
Esas sormamız gereken, bir azınlık olarak neden diğer bizim gibileri güçlendirmek istediğimiz olmalı. Nereden geldik, hangi tarih bağlamın içinden geçtik ve ne yapmak istiyoruz?
Marlon Riggs’in kamu televizyonunda ilk yayınladığında bir kıvılcımı ateşleyen Çözülen Diller’i (Marlon T. Riggs, ABD, 1989), kimliğe yöneltilen şiirsel bir bakış. Joseph F. Beam, Essex Hemphill ve Marlon Riggs gibi sanatçılar AIDS krizinin ortasında etnik bir azınlığa mensup
ve eşcinsel olmanın çifte ayrımcılığını deneyimledi. Film bu yönüyle sosyal güvence arayışının imkânlarını araştırırken krizle birlikte boy gösteren ayrımcılığı beyaz olmayanların peşinden takip ediyor. Yaşlanma, homofobiyle başa çıkma, siyah olarak doğma ya da eşcinsel olma arasında seçim yapmak üzerine yürüyen Riggs’in işlerinin bir parçası olan Çözülen Diller, siyah kuir sinemanın referans örneklerinden biri. Öyküsünü tutku, amaçlar ve etnisite ekseninde kuran filmde siyah azınlığın dillerinin çözüldüğü, tartışmanın şiir ve aktivizmle kendine yol bulduğu görülüyor. “Siyah erkekleri seven siyah erkekler devrimci bir eylemdir” diyen film, sevmenin politikliği ve kişisel olanın özeliyle kurduğu bağlamda yapılar, mekânın cinsiyetleri ve bedenleri şekillendirmesi üzerine açık bir platform sunuyor. “Kendi bedensel pasfiliğimizden nasıl çıkacağız?” der Richard Sennett.¹ Kendimizde bir rahatsızlık hissi olmadıkça tımarhanenin kapısını elbet çalmayız; o hâlde birbirimize dönmemiz ve öteki’yi keşfetmemiz, Audre Lorde’un anısıyla bir böcek gibi hissetmemiz mümkün olabilir mi?
Dylan Mohan Gray’in filmi Fire in The Blood (Dylan Mohan Gray, Hindistan, 2013) Riggs’in bıraktığı yerden bizi Amerika ve Avrupa’nın ‘ötesini’ keşfetmeye davet ediyor. Fransız aşırı sağının eşcinselleri ve göçmenleri fitneci olarak işaret etmesi, AIDS’in Japonya ve Çin’de Batılılara, Afrika’da ise beyazlara isnat edilmesi ülkeleri ve toplumları magazinel bir yarışın içinde görünür kılarken; yoksul noktalarda yaşayan insanların, kadınların ya da çocukların toplu ölümünü konuşulmaz hâle getiriyor. Afrika, Asya ya da Latin Amerika’da eğitim, sağlığa erişim gibi çeşitli değişkenlerin yanı sıra temel insan hakları düzleminin gelişmemiş olması AIDS krizinde çeşitli gruplardan insan kayıplarının yaşandığının acı bir şekilde görülmesini sağladı. Gray’in belgeseli, patent sistemi aracılığıyla ucuz ilaçların girişini ve çıkışını kontrol eden Batılı ilaç şirketlerinin tüm dünyada yüzde 1’lik bir paya rağmen neden Afrika’dan vazgeçmediğinin izini sürüyor. Belgesel, takip ettiği şirketlerin ötesinde sadece ilaç şirketlerinin değil; hükümetlerin, uluslararası yardım kuruluşlarının hiçbir koşulda sessizliğini bozmamasını; kurumların bir tür görmezden gelme politikasının olası sonuçlarını eleştirel bir dille ele alıyor. Ancak öykünün sosyo-ekonomiyle öne çıkan ve ilaca erişim üzerinden kurduğu kamu sağlığı bağı, sorunun öncesi ya da sonrasına dair bir bağlam sunmadığı gibi sağlığı sadece ilaca erişim üzerinden ele alarak sağlıkla etkileşimi olan diğer pek çok şeyi kapı dışarı ediyor. Bu hâliyle Gray’in çalışması kestiremediğimiz bir neden-sonuç ilişkisi içinde bir krizi savaş ve zafer olarak ele almanın ötesine geçemiyor.
Buradan hareketle 80’ler New York’unda geçen Pose’a (Ryan Murphy/Brad Falchuk/Steven Canals, ABD, 2018) bakmakta fayda var. Meselenin ana akımlaşması ve geçmişe nazaran daha fazla konuşulur, görünür hâle gelmesi açısından önemli bir yere oturan dizi, beyaz olmayan transların başrolde olduğu ve kendi hikâyelerini anlattığı bir alan açıyor. Emmy ödüllü dizinin şu âna dek yayınlanan iki sezonunda, pırıltılı ve ihtişamlı bir sinematografinin ötesinde, seçilmiş aile kavramı ile biyolojik aile mefhumunun ikircikli yapısına, New York emlak borsasının ele alınışına
ya da sugar daddy’lerin (argoda para babası) ekonomiye katılışına ve genel olarak HIV/AIDS krizine göz atma şansı yakalıyorsunuz. Pose, kendiliğin mücadelesi, utanma, alışkanlıklar, fayda- emek ilişkisi, hayatın herkese sağladığı şeyler, birlikte olmak ve hayatta kalmak üzerine çok şey söylüyor. Merdivenin son basamağında olanların sadece haklara erişim açısından verdiği mücadeleyi göstermenin ötesinde, kadınlıkla olan derdi, feminizmi, bir çift memeyi, penisli bir kadını, yoksulluğu, kamusal alanın sınırlarını ve imkânları görmek açısından sıcak bir nefes gibi ensenizde geziniyor.
Son olarak, toplumların HIV ve AIDS’le ilişkisine baktığımızda sağlık politikalarının ve karar alma süreçlerinin kültür ekonomisini de şekillendirdiğini görüyoruz. Kapalı bir tarihi ABD ve Avrupa düzlemi içinde okuduğumuzda, krizin başladığı 80’lerden itibaren meseleyle ilgili çeşitli yapımların sinemada kendine yer bulmuş olduğu görülüyor. Başlangıçta hikâyelerin ele alınışında öfke kendine yer bulamazken, hâkim dili kaybın ve acının hikâyeyi ve karakterleri büyük bir sessizliğe yönlendirdiği kaderci bir anlatı yapısı oluşturuyor. Hollywood krizle doğrudan yüzleşmekte isteksizken HIV’e dair yanlış kanılar bir anda cinselliği korkulan bir şeye dönüştürüyor. Öldüren Cazibe’de (Adrian Lyne, ABD, 1987) olduğu gibi erotik gerilimlerin ‘metaforu’ hâline geliyor. Avrupa semalarında ise yapımcılar ABD’li yapımcılar kadar meseleye yanaşmıyor. Konu, Rosa von Praunheim’ın hiciv dolu A Virus Knows No Morals’ı (Rosa von Praunheim, Batı Almanya, 1986) ile Derek Jarman’ın Mavi’si ve Thatcher hükümetini ve virüse yaklaşımı eleştirdiği Edward II’si (Derek Jarman, Birleşik Krallık, 1991) gibi işlerde kendine yer buluyor. 90’lar, ana akım ABD sinemasının aksine politik duruşuyla öne çıkan belgesel sinemacıların ürettiği Common Threads: Stories From the Quilt (Rob Epstein/Jeffrey Friedman, ABD, 1989) gibi işlerin çıktığı bir dönem. Bu yıllarda kameranın hem önüne hem de arkasına kuir insanları koyma gayesiyle hareket eden yeni kuir sinemanın ortaya çıkması, HIV ve AIDS hareketi için önemli bir adım. 2000’lerdeyse öfkenin ve karakterlerin nihayet konuştuğu, devinim içinde olduğu bir sinema çıkıyor karşımıza.
Adı geçen filmler
Mavi
(Blue, Derek Jarman, Birleşik Krallık, 1993)
How to Survive a Plague
(David France, ABD, 2012)
Kalp Atışı Dakikada 120
(120 Battements par Minute, Robin Campillo, Fransa, 2017)
Çözülen Diller
(Tongues Untied, Marlon Riggs, ABD, 1989)
Fire in The Blood
(Dylan Mohan Gray, Hindistan, 2013)
Pose
(Ryan Murphy/Brad Falchuk/Steven Canals, ABD, 2018)
Öldüren Cazibe
(Fatal Attraction, Adrian Lyne, ABD, 1987)
A Virus Knows No Morals
(Rosa von Praunheim, Batı Almanya, 1986)
Edward II
(Derek Jarman, Birleşik Krallık, 1991)
Common Threads: Stories From the Quilt
(Rob Epstein/Jeffrey Friedman, ABD, 1989)
1. Richard Sennett, Ten ve Taş Batı Uygarlığında Beden ve Şehir, Metis, İstanbul, 2014, s. 336
Bu makale ilk olarak Altyazı Sinema Dergisi'nin 195. sayısında yayımlanmıştır.
Comments