Sadece Yeni Dalga akımının değil; özünde sinema tarihinin anneannelerinden Varda sinemasını masaya yatırdık. İlk olarak 70. Cannes Film Festivali'nde gösterimini yapan, hemen ardından Filmekimi 2017 programında izleme şansı yakaladığımız Agnès Varda'nın dünyaca sokak sanatçısı JR ile bir araya geldiği son şekeri "Visages Villages" üzerine akademisyenler ve sanatçılarla konuştuk.
Editör: Şebnem Kırmacı
'Mekanlar ve yüzler'in ardından
İlk olarak 70. Cannes Film Festivali'nde gösterimini yapan, hemen ardından Filmekimi 2017 programında izleme şansı yakaladığımız Agnès Varda'nın son şekeri Mekânlar ve Yüzler (Visages Villages, JR/Agnès Varda, Fransa, 2017) üzerine konuştuk. Fotoğrafçı, sanatçı, aşçı ve kedi annesi. Sadece Yeni Dalga akımının değil; özünde sinema tarihinin anneannelerinden Varda sinemasını geçmişinden bugüne, tıpkı onun çekimi tamamlayabilmek için La Pointe Courte (Agnès Varda, Fransa, 1955) setinde sırtına tırmandığı insanlar gibi tırmana tırmana yokladık. Basamakları tırmanırken, her bir üst basamağın bize doğru fısıldadığı "benim Agnès Varda'm" fısıltısıyla tırmanırken aslında yolu kaybettik. Sahi, yolu kaybetmekten hiç keyif aldınız mı? Bir ileri, bir geri gitmenin verdiği o keyfi, sanırız erkeklerin sinemasını rafa kaldıran bir kadın yönetmenin patikalara açtığı yollarda bulduk.
Mekânlar ve Yüzler, ünlü pop ikonu JR ile yolları kesişen Agnès'in, özetle o çok iyi bildiği konuşulmayanı konuşmak, gösterilmeyeni göstermek ediminden doğuyor. Öykülerini hiç duymadığımız, görmediğimiz, daha doğrusu bir takım öykü severleri mutlu edecek pek de bir yanı olmayan insanlar kadraja giriyor. Onlarla özdeşleşen yerler, mekânlar neden onlarla anılmasın ki? Bir yerlerde adınızı ya da size ait bir şeyi/şeyleri görmek adına önemli savaşlardan geçmiş olmak mıdır? Öyle ya, resmi tarih sizi var ettiği sürece varsınız. Yaşadığımız mahalleyi, kenti, ev olarak içine girdiğimiz şeyi JR ve Varda ikilisi, bizlerle anılmayan olmaktan bir süreliğine çıkarıyor. Resmimiz olan bir evimiz, üzerinden geçerken karşı komşumuza rastladığımız bir köprü. Bir takım tatlı karşılaşmalar, unutmak istemediğimiz türden. Elimizi tutup bizi köprülere sürükleyen Mekânlar ve Yüzler ile birlikte onların elinden tuttuk: Ahmet Gürata, Müge Yıldız, Çiçek Coşkun. Başkent Üniversitesi Sosyoloji bölümünden Çiçek Coşkun, bir zamanlar filmlerini çevirdiği Varda'sıyla; video sanatçısı Müge Yıldız, her şeyin yerini bir şekilde bulduğu o sinemayla; Bilkent Üniversitesi İletişim ve Tasarım bölümünden Ahmet Gürata ise sinema tarihinin ikircikli okumasına ilişkin bir kez daha yönetmen ile aynı çatı altında oturdu.
89 kere Varda!
Bizi, bizlerle anlatan bir öykü. Varda sinemasının mutfak taşında henüz sıcak bekleyen son yumurtası bize 89 kere 'mutfağa dön' diyor. Popüler ikon, fotoğrafçı namı diğer JR'ın bir projesi üzerine yolları kesişir Varda ile mekânlar ve bu mekânların yüzlerinin yolu. Bu yüzlerin buluştuğu Agnès şimdi 89 yaşında. Yaş telaffuzu, rakamlar, o, bu, şu bir şeyleri daha gerçekçi kılmak ya da o şeye/şeylere ilişkin daha daha inandırıcı olmak için değil, kızmayın. Ancak beslendiğiniz bir mücadele, barındığınız bir kazanım ve defa kez yeni baştan giyindiğiniz bir probleminiz varsa bu rakamlar öyle kıymetli ki! Kenara geçip konuştuğumuzda ya da bir banka oturup sohbet ettiğimizde yükümüz sanki hafifler zannederiz. Hafifleyecek gibi bilmek ister, -mış gibiler üzerinden ardı arkası kesilmeyen varsayımları kucağımızdan uzaklaştıracak bir şeylere sığınmanın telaşına düşeriz. Bir sığınaktır Varda, Varda gibiler için. Erkeklerin her şeye vakıf olmadığı, bilmediği, görmediği, tahakküm kurmadığı, suçlamadığı, cezalandırmadığı bir sinema evrenidir onunkisi. Bir boşluk evrenidir aslına bakarsanız çoğu kez. Karakterlerin küçük bir çim sahada köşe kapmaca oynamadığı türden bir boşluk. Askıda unuttuğunuz bir palto ya da. Paltonun kendisinden daha ziyade paltoyu astığınız askının varlığına kapılırsınız. Varlığına, bulunduğu zemine paralel yansıyan gölgelerle kilitlenir, askının var olduğunu bilir ama görmezsiniz. Karakterleri öyledir işte. Bir neden-sonuç ilişkisinin bütün olanaklarını kucaklayan ama ona dört elle sarılmayan. Mona, Cléo, sokaktaki, kasabadaki o diğerleri...
Bir topluluk olarak kadınlar farklı bir cinsiyete sahip oldukları için yok edilmekle karşı karşıya gelmezler çoğu kez. Kadınlar, kadın oldukları için yaşadıkları toplumun daha büyük ya da daha güçlü kesimince, yok edilmenin ötesinde, cinsel bir sömürü aracı olarak kullanılırlar. Eşitsiz düzlemler, yüklenen kırılganlıklar, nerede duracağın... Susan Wolf, Charles Taylor'ın tanınma ve kültürler arası diyaloglarına ilişkin böyle bir yorum getiriyor. Sarkacı sinemaya doğru çevirdiğimizde senin öykünü anlatanların, anlattığı şeye baktığımızda anlarız: Bu bizim öykümüz değil. Kendi öyküsünü kendi anlatan; kendi filmlerini kendi çeken kadınların, mücadelenin, mutfaktan, balkondan sokağa koşmanın sineması. 89 olmanın inandırıcılığı değil. Perdede kadın kadına koşmanın öyküsü. Hem de 89 kere!
Müge Yıldız, Video sanatçısı
Yersiz yurtsuz Mona, sonu önceden yazılmış bir yolda yalnız başına yürüyor. Cléo, kaygılı, ölümü beklerken Paris sokaklarında hayatın akışına kapılıyor. Hamile kadınlar içgüdüsel bir yolculukla sokağın hafızasını kaydediyor. Ve Agnès, kalp şeklinde patatesleri topluyor, sahilde geçmişin görüntülerini geleceğe taşıyor ve sanki hep küçük çocuk Ulysse’nin gizemli hayatının peşinden gidiyor.
Dünyada olmak, görüntülerin evinde yaşamak gibi Varda ile. Yüzler şehirlere, şehirler yüzlere dönüşüyor ve bir manzaranın içinde hayat akıp gidiyor. Kendi kendine adanmış bir hayat değil onunkisi her yerde onunla birlikte, sürekli keşfettiği bir dostu var; sinema. Etrafındaki hayatı sinemayla anlatmanın yollarını ararken sinemayla bir oluyor ve bir anlatıcıdan öteye geçip yeni görüntüler üretmenin hazzını taşıyor filmlere. Sadece filmlerle değil de üstelik fotoğraf ve video da onun sinema yolculuğunda farklı bir yer taşıyor.
Gerçeğin bir temsilini ekrana taşırken ortaya çıkan bu yeni dünyalar Varda’nın hayalleriyle farklı renklere bürünüyor. Her kamera hareketinde hayatın akışını yakalıyor ve bir şeyleri anlatmakla değil de o bir şeylerle yaşamanın nasıl olduğunu göstermekle ilgileniyor. Bu yüzden hayatın ona sundukları karşısında kayıtsız kalmıyor ve sineması da bir karşılaşmalar ağına dönüşüyor. Varda ile çıkılan bir sinema yolculuğunda bitkiler, hayvanlar, insanlar, şehirler her şey kendi yerini buluyor. Özgürlüğün tadını çıkarıyoruz onunla, anılarında kayboluyoruz, onunla birlikte kedileri seviyor, onunla birlikte seyahat ediyoruz, şaşırıyoruz, gülüyoruz, konuşuyoruz ve en çok görüntüleri seyre dalıyoruz.
Çiçek Coşkun, Başkent Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi
Agnès Varda kendi hikâyesini anlattığı Agnès’in Plajları'nda (Les plages d'Agnès, Agnès Varda, Fransa, 2018) anlatmaya, “Yaşlı bir kadını oynuyorum. Dobra ve konuşkan. Hayatını anlatıyor” diyerek başlar. “İlgilendiğim diğer insanları da, filme almayı sevdiğim insanları. Beni kışkırtan, motive eden, Beni sorular sormaya yönelten, şaşırtan, etkileyen insanları” diye devam eder. Sadece kendi hayatını değil, başkalarınınkini de anlatmaktadır zira. Bütün hayatı boyunca da bunu yapmıştır.
Birçoklarına göre 1955 yapımı La Pointe-Courte ile Fransız Yeni Dalga’sını başlatan kişi olan Varda, yine birçoklarına göre Fransız Yeni Dalga’sının en iyisi ve bundan çok daha fazlası. Yıllar boyunca kadın hakları için mücadele eden, çektiği filmler ve yarattığı kadın karakterlerle bu mücadeleye ilham veren ve sinema tarihine adını silinmeyecek şekilde yazdırmış bir auteur aynı zamanda.
Benim Agnès Varda ile ilk karşılaşmam yıllar önce muhteşem 5’ten 7’ye Cléo (Cléo de 5 à 7, Agnès Varda, Fransa/İtalya, 1962) ile olmuştu. Daha önce izlediğim filmlerin hiçbirine benzemiyordu. Daha sonra izlediğim birçok filme de benzemeyecekti. Sonraki yıllarda Varda’nın, La Pointe-Courte, Le bonheur (Agnès Varda, Fransa, 1965), Sans Toit ni loi (Agnès Varda, Fransa, 1985), Les Créatures (Agnès Varda, İsveç/Fransa, 1966) gibi filmleri ile de tanışma fırsatım oldu. Ama Agnès’in Plajları’nın yeri bende ayrıdır. 2009 yılında Uçan Süpürge Uluslararası Kadın Filmleri Festivali için Agnès’in Plajları’nın altyazısını Türkçeye çevirme fırsatım oldu. Agnès ile gerçek tanışmam o gündür. Uzun bir plajda bir kadın, aynaların önünde hayatını anlatıyordu. Söylediği gibi 'Dobra ve konuşkan' bir şekilde. Ben de bir yandan altyazıyı çevirirken bir yandan da onu daha yakından tanıyordum. Çocukluğundan başlayarak anlattığı hikâyesi beni çok etkilemişti. II. Dünya Savaşı’ndan kaçarak doğduğu kent olan Brüksel’i terk etmek zorunda kalışlarını, göç ettikleri Seté kentini, limanı, denizi ve plajları, hayatındaki insanları ve büyüdüğünde onu bir sinemacı yapan şeyleri anlatıyordu. Sinemaya başladığı 1950’lerde bir kadın olmanın zorluklarını, kadın hakları için nasıl mücadele ettiğini ve sinemaya olan tutkusunu da anlatıyordu. “Sinema benim evim. Galiba hep içinde yaşadım” diyordu bitirirken.
Kendi adıma Varda ile filmleri yoluyla tanıştığım çok şanslıyım. Hayatı boyunca evi olarak hissettiği sinema dünyasında başka başka insanların hayatlarına ayna tutan bu kadınla tanışabilen bütün sinemaseverler de aynı şansı hissediyordur galiba. Dediği gibi “Hayattan geriye ancak bir duygunun bir görüntüyle birleşmesi kalır.” Tam da bu nedenle, hayattan geriye ne kaldığını hissedebilmemiz için Agnès Varda’ya ihtiyacımız var.
Ahmet Gürata, Bilkent Üniversitesi İletişim ve Tasarım Bölümü
Jean-Luc Godard’a göre, sinema tarihi kadınları filme alan erkeklerin tarihidir. Ve de, erkekler tarafından kaleme alınır diye eklemek gerekir. Aynı zamanda, Avrupa-merkezci ve hikmeti kendinden menkul auteur (yaratıcı yönetmen) odaklıdır. Alın elinize anlı şanlı sinema tarihlerini, yeni dalga bahsinde adından hemen hemen hiç söz edilmeyen Agnés Varda’nın ‘sanat sineması’, ‘belgesel’ gibi başlıklar altında üstünkörü anıldığını görecekseniz. Oysa, sinema tarihçilerinin ‘babası’ sayılan George Sadoul, yönetmenin ilk filmi La Pointe Courte'u ‘yeni dalganın gerçek anlamda ilk filmi’ olarak tanımlar.
Ayrılmak üzere olan bir çiftin hikâyesini konu alan film, aynı adlı sahil kasabasında geçer. 1955’te Cannes Film Festivali’nde gösterilir. La Pointe Courte'u 'özgür ve saf bir film' olarak niteleyen Andre Bazin, gösterime bir grup sinemacı davet eder. Gelen sinemacılar filmi 'olağanüstü' bulduklarını söyleyerek iltifatta bulunurlar. Ancak, kimse filmi göstermeye ve dağıtmaya cesaret edemez. Varda, iki yıl sonra kendi imkânlarıyla filmi Montparnasse’da küçük bir sinemada gösterime sokar. Gösterime Truffaut, Chris Marker, Nathalie Sarraute, Marguerite Duras gibi bir çok ünlü katılır. Sınırlı bir bütçeyle çekilen bu yaratıcı film, çağdaş sinema için yepyeni bir kapı aralar. Yeni dalganın ilk örneklerinden 400 Darbe (Les Quatre Cent Coups, François Truffaut, Fransa, 1959), Serseri Aşıklar (Breathless, Jean-Luc Godard, Fransa, 1960) beş yıl kadar önce, akıma özgü sayılan pek çok yeniliği sinemaya getirir. Yeni dalganın artık dikkat çekmeye başladığı tarihlerdeyse, akımın kült isimleri Anna Karina ve Jean-Luc Godard’la Mac Donald Köprüsü Nişanlıları (The Fiancés of the Bridge Mac Donald, Agnès Varda, Fransa, 1961) adlı kısa filmi, ardından Saat 5’den 7’ye Cléo'yu çeker.
Henüz 20’lerinde sinemaya sarsıcı bir giriş yapan Varda, çıtayı hiçbir zaman alçaltmadı. Kurmacadan belgesele, deneme filmden yerleştirmeye farklı formları denedi. Bu anlatıların her birinde bir yandan kalıpları zorlarken, öte yandan hep yeni bir soluk getirdi… Onu uzun süre göz ardı eden sinema yazarları, şimdilerde, Amerikan Sinema Akademisi’nin de etkisiyle, tarihçelerinde ona ‘uysal ve şirin’ bir yer biçmeye çalışıyorlar. Sinemanın gayrı resmi tarihinde onun çoktan baş köşeyi aldığının farkında olmadan…
Bu makale ilk olarak Istanbul Art News'ün Chronicle ekinin 33. sayısında, Ocak 2018'de yayımlanmıştır.
Comments