top of page
Writer's pictureZekican Sarısoy

Anılarla !f İstanbul 17. kez

Updated: Oct 4

!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali bu sene 17. yaşını kutlamaya hazırlanıyor. Şöyle bir arkamıza baktık. Vahit Tansoy'dan Hande Ataizi'ne, Cem Altınsaray'dan Zümrüt Burul'a festivalin katılımcılarına ve dostlarına festivalle ilgili anılarını sorduk.


Editör: Şebnem Kırmacı


Orhan Pamuk ve Grant Gee !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali kapsamında gerçekleşen bir sohbet için İstanbul'da.
Orhan Pamuk ve Grant Gee

Bağımsız, kenarda kıyıda kalmış ve keşfedilmeyi bekleyen filmlerin olduğu kadar biz yaramaz çocukların, geceyi korkulu bahçelerde hınzır bekleyişlerle kovaladığı bir festival: !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali. Eğlenirken öğrenen çocukların değil; korkuturken güldüren çocukların arka bahçesi. Festival bu sene 17. yaşını kutlamaya hazırlanıyor. O, on yedinci basamağa ziyaretçileri için tatlı tuzaklar kurarken, biz şöyle bir arkamıza baktık. Zaman bir an için durdu. Uzaktakiler yakın oldu. Kapıların, duvarların ve pencerelerin içinden başka başka odalara, oradan başka pencerelere atlar olduk. Fraktal örüntülerin içinde bir an için odayı, onu, şunu, bunu bıraktık. Esriyen bir bizin varlığıyla kovalamaca oynar olduk. Bize gülen, göz bebeğinde bizim onu, onunsa öteki bir beni saklandığı yerde arayıp durduğu zamansız-mekânsız bahçelerin içinde türlü türlü haller... Sonra durduk ve tek başımıza değil, biz gibi başka başka bir çoğumuzla koşmaya başladık. O çoğunluğun içinde 17 kez birbirimize baktık. Guy Maddin'in dönüp duran seanslarında, Ôbayashi'nin bitmek bilmez dönme dolaplarında ya da Akerman'ın yatak altlarında üzerimize üzerimize gelen adımlarla, kendi adımlarımıza yeni baştan, korkunun o eğlendiren haline dolandık, tıpkı bir perde gibi.


Üzerinde hemzemin olan bizler için o perdeyi şimdi açma vakti. "Film festivallerini biraz birlikte yaşama alanı olarak görüyoruz" diyor festival yönetmeni Serra Ciliv bir söyleşisinde. Kalbi atanlar, nefes alanlar, rüya görenler, hata yapanlar, pişman olanlar. Merak edenler, kafası karışanlar, yarası olanlar, yarasını saklayanlar. Ölümden korkanlar ya da hayatta kalanlar. Şimdi birleşme vakti. Aylak aylak koştuğumuz bahçede durup, biraz soluklanmak üzere anılarımızı çıkartıyoruz sepetten. Herkesin vardır elbet bir !f anısı. Onları söyleme vakti geldi. Vahit Aksoy, Nesimi Yetik, Betül Esener, Melis Birder, Müge Yıldız, Ayris Alptekin, Caner Alper, Mehmet Binay, Zümrüt Burul, Ece Dizdar, Arzu Çevikalp, Erdoğan Mitrani, Allegra Haliyo Mitrani, Rüzgâr Buşki, Hasan Nadir Derin, Cem Altınsaray, Hande Ataizi. 17. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nde, örtünün üzerinde 17 biz. Şimdi o on yediyi dinleme, kulak verme vakti.


Michel Gondry 13. !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali kapsamında İstanbul'da.
Michel Gondry

"Keşif bölümünde her daim sürprizle karşılaşmak"

Vahit Tansoy-Sinefil

!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'ni çok sık takip etme şansım olmasa da programını her zaman ezbere biliyorum. Baştan sona takip etme şansım ilk defa 13. festivalde oldu. Bu festivalde, ilk günden son güne kadar tüm filmlerde salonlardaydım. !f'te olmak, çok zevkli ve güzel bir festival deneyimi yaşatıyor. Sıra dışı filmleri yerinde deneyimlemek, hele ki Keşif bölümünde her daim sürprizle karşılaşmak insanın kucağına sadece bir anı değil, pek çok anı koyuveriyor. Bu sene de ümidim bir şeyleri yeniden keşfetmek ve 17. festivalde filmlere yetişmeye çalışmak olacak.


"Kar ve sıcak çikolata"

Nesimi Yetik

Şöyle geriye dönüp baktığımda yaptığım filmlerin neredeyse hepsinin-ilk kısa filmim hariç-  yolu !f’ten geçmiş. 2007 yılında Annem Sinema Öğreniyor (Nesimi Yetik, Türkiye, 2006), 2009’da Döşeğimde Ölürken (Nesimi Yetik, Türkiye, 2008) ve 2015’te Toz Ruhu (Nesimi Yetik, Türkiye, 2014). Bu yılların ayrı ayrı güzel anıları var bende. Ama bir de asla unutamayacağım 2008 yılı var.


2008 Şubat’ında 7. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali’nde film izlemek için Ankara’dan İstanbul’a gelmiştik Betül’le. Fatih Ekspresi’ne atlayıp Haydarpaşa’da inip Taksim’e geçmiştik. Bütün Filmleri Fitaş’ta izleyecektik. Fitaş’ın arka sokağında ucuz bir otele yerleştik.

O günlerde, İstanbul’a belki yıllardır yağmadığı kadar çok kar yağdı. İstiklal’de bata çıka yürüyerek zar zor geliyorduk sinemaya. Fitaş’ın girişindeki fast food dükkanını mesken edinmiştik. Kardan ve soğuktan dışarı çıkamıyor, film aralarında bir şeyler atıştırıp, sürekli sıcak çikolata içiyorduk. Hayatımızda içmediğimiz kadar sıcak çikolata içtik orada. Bir de hiç unutmayacağımız filmler izledik. David Lynch’in Inland Empire (David Lynch, ABD/Fransa/Polonya, 2006)’ında, salonda Ploy (Pen-Ek Ratanaruang, Tayland, 2007)’un yönetmeni Pen-Ek Ratanaruang vardı. Reha Erdem de önümüzdeki sırada oturuyordu galiba.


Betül’ün benden erken dönmesi gerekti Ankara’ya. Onu gece yarısı kalkacak trene yolcu etmek üzere yola çıktık. Yüksek Kaldırım Caddesi’nin Karaköy’e inen buz tutmuş dik yokuşundan milim milim adımlarla indik aşağıya. Sokaklar bomboştu. Karaköy’den uzaklaşan vapura bakıp Betül’e el sallıyordum. Hani bazen hissedersiniz ya, sanki bütün bunlar izlediğim bir filmde oluyordu…


Gece yarısı, aralıksız yağan karın altında, yürümeye başladım. Tek başıma, ürpererek. Karaköy’den  Fındıklı’ya varana dek birkaç sokak köpeği dışında hiç kimseye rastlamadım. Şehir kocaman bir hayalete dönüşmüştü sanki. Kardan ve sıcak çikolatadan…


"Kalp ve sıcak çikolata"

Betül Esener

Çanakkale’den feribotla karşıya geçiyoruz. Sanırım kışın en soğuk günü. !f hep böyle günlerde başlar. Yine de hiçbir şey bizi yollara düşmekten alıkoymaz. Ama bu sefer başka bir heyecanla yapıyoruz bu yolculuğu. Toz Ruhu’nun İstanbul’daki ilk gösterimi !f’in yarışmalı bölümünde yapılacak. Nesimi’nin annesi ve ablası da bizimle. Onlar da filmi ilk defa perdede izleyecekler. Galiba biraz korkuyorum. Ekipten filmi izlemeyenler, en yakın dostlarım, herkes orada olacak.

Ve herkes burada… Gösterim günü geldiğinde salondaki kalabalığı görünce mideme kramplar girmeye başlıyor. Yok diyorum, galiba bu sefer kalbim kaldırmayacak. Elimdeki davetiyeyi son dakikada gösterime yetişen bir arkadaşıma veriyorum. Derin bir nefes çekiyorum ciğerlerime ve aşağıya inip kendime bir sıcak çikolata alıyorum. Alışkanlıkların insanı sakinleştiren bir tarafı var. İşte yeniden kendimi evimde hissediyorum…



"Cinnetten cennete doğru giden o uzun yol"

Melis Birder

Bir filmi film yapan son nokta  onun seyirci ile buluştuğu andır. O ana gelene dek özellikle kurgu sürecinde kafanızda bir seyirci imgesi oluşur. Bu seyirci imgesi bir hayalet gibidir. Pek sevimli de değildir. Hikâyenizi layığı ile anlatmanız için gece gündüz sizi bir gölge gibi takip eder. Sen “tam işler yolunda” dersin. O “olmamış sil baştan” buyurur. Zaman kan ter içinde geçer. Hikâye akmaya başladıkça kendine güvenin artar. Bir gece bu doğaüstü varlığın kulağına “film ve senin işin bitti. Geldiğin yere geri dönüyorsun” diye fısıldarsın. Ama aslında bu gizli gücün gizemli gözlerini kandıramayacağını bilirsin. O sadece bilgece gülümser ve bir şey demesine bile gerek kalmaz. Çıktığın yükseklerden düşmenin verdiği bir kaç sert morartı esliğinde tekrar kurgu masasının başına oturursun. Bu “kahir” gece gündüz, aylar bazen yıllar sürer. Hayalet seyircilerin gözleri belki de bir cinnettir. 


Bu deliliğin bir şenliğe dönüşmesi için ise gerçek bir film festivali gerekir. Sizi saran, tüm yorgunluğunuzu alan, artık kanınız canınız olmuş, karakterlerinizin nefes alıp veren seyirci ile buluşmasını sağlayan.  İşte 2015 14. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali bizim için böyle bir festivaldi.  En son seyircinin bir filmin ortasında filmin baş kahramanlarını alkışladığına 80li yıllardaki Rocky filmlerinde tanık olmuştum.  O yıllar seyircinin daha saflığını yitirmediği zamanlardı. Sinema salonları ise hala ayin törenlerinin gerçekleştiği gizemli yerlerdi. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'ndeki Bağlar (Berke Baş/Melis Birder, Türkiye, 2016) gösteriminde işte tam da bu ruh halini yakalamıştık. Seyirci ile filmin karakterleri bir olmuş, Bağlar takımı basket attıkça sanki seyirci  tribünlerdeymişçesine sinema salonunda tezahürat yapıyordu. Hep birlikte alkışladık, ağladık, tam da filmin adına yakışır şekilde bağlandık. Bu ortak enerjinin yarattığı büyülü ortam film yapan herkesin hayalini kurduğu cennetidir. !f, işte cinnetten cennete doğru giden o uzun yolda köprü olmuştu bize. Hiç unutulur mu!


"!f ile geçen bir hayatı düşünürken"

Müge Yıldız

!f İstanbul benim için 2003 yılında başladı, festival henüz ikinci yılındaydı. Bense hayatımı daha sonra ele geçirecek olan şiirsel ve deneysel filmlerle olan yolculuğuma başlıyorum. Yolculuğun başlangıcında Ken Park (Larry Clark/Edward Lachman, ABD/Hollanda/Fransa, 2002) ve Donnie Darko (Richard Kelly, ABD, 2001) gibi filmler olsa da birden aklıma Jonathan Caouette’in Tarnation'ı (Jonathan Caouette, ABD, 2003) geliyor. Filmi izlerken kalbim nasıl kırıldıysa aynı hislere yine boğuluyorum. Sonra My Winnipeg (Guy Maddin, Kanada, 2007) Guy Maddin’i keşfediyorum. Bir kez daha kendimi yabancı ama tanıdık bir dünyanın içinde buluyorum. Lukas Moodysson’un şiirsel Container'ı (Lukas Moodysson, İsveç, 2006), Roy Andersson’ın absürd Siz, Yaşayanlar'ı (Du Levande, Roy Andersson, İsveç/Fransa/Almanya, 2007) ve daha sonra sıkı takipçileri olacağım Belçikalı ikili Benoît Delépine ve Gustave Kervern’in Avida'sı (Benoît Delépine/Gustave Kervern, Fransa, 2006) beni ve dünyaya bakışımı etkiliyor. Sonra Estamira’nın hayatı ve Alexis Dos Santos’un ilk filmi Glue (Alexis Dos Santos, Birleşik Krallık/Arjantin, 2006) öyle etkilenmişim ki, düşününce hala zihnimde Violent Femmes Blister in The Sun çalıyor. Ve efsanevi yönetmen Glauber Rocha’nın oğlu Eryk Rocha’nın Transeunte'si (Eryk Rocha, Brezilya, 2010) aklıma geliyor; seyrettiğim hareketli görüntülerin benim bir parçam haline gelmesi karşısında şaşkına dönüyorum. !f ile geçen bir hayatı düşünürken ise kendimi bulduğum son nokta ‘avantgard sinemanın manevi babası’ şair Jonas Mekas ile oluyor. İlk kez sinema ekranında bir Mekas filmi izliyorum, tarihi bir an!


"Daha yaşarken yönetmenin kendi elleriyle kendi hayatına bu kadar tanıklık derecesinde dahil olmak, onun samimiyetini görmek inanılmaz bir deneyim. Jonas Mekas filme uykusuz bir gecesinde başlıyor; bize yeni evini, kutularda hapsolmuş geçmiş hayatını gösteriyor..."

- Şubat 2012 Sleepless Night Stories (Jonas Mekas, ABD, 2011) filminden çıktıktan sonra aldığım notlardan.



"Şehirde saklanıp kaybolabileceğin..."

Ayris Alptekin

Dzi Croquettes (Raphael Alvarez/Tatiana Issa, Brezilya, 2009), William S. Burroughs: A Man Within (Yony Leyser, ABD, 2010) ve Our Day Will Come (Romain Gavras, Fransa, 2010) filmlerini izlediğim onuncu yılı unutamıyorum. Tek başıma, salondan salona, elimde yiyecek bir şeylerle süzülürken en son üçüncü film Dzi Croquettes filminde salondan çıkıp eve koşmak istemiştim. Bu kadarı kâfi deyip kalp çarpıntısıyla izlediğim her şeyi sindirmek ve üzerine saçmalayabilmek için sinemadan çıkmak mantıklı gelmişti. !f benim için iyi bir film festivalinden ziyade, hep çok daha fazlasına tekabül ediyor sanırım. Özellikle lise yıllarında, yalnızca iyi hissettiren filmler izleyeceğin değil; şehirde saklanıp kaybolabileceğin güzel kara deliklerden bir tanesiydi. Ama ne var ki o gün salondan çıkamamış belki bir daha bu kadar büyüleyici bir gün yaşayamam diye büyük bir iştahla filmi izlemeye devam etmiştim.


"11. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali"

Caner Alper & Mehmet Binay

Zenne'yi (Caner Alper/Mehmet Binay, Türkiye, 2011) Antalya Film Festivali'nde açtıktan sonra sevgili Bengi Ünsal aracılığıyla !f’in Perşembe Pazarı’ndaki ofisine gittik. Olağanüstü sıcak bir karşılama olacağını tahmin etmemiştik. Gerçekten yakın arkadaşlarımızın evine gitmiş gibiydik. O gün orada gerçekleştireceğimiz sohbetimize Rupert Everett'i de davet etmiştik. Everett'i davet etme fikri vakti zamanında çekimlerinin bir kısmını Türkiye’de de gerçekleştirdiği, Lord Byron (The Scandalous Adventures of Lord Byron, Birleşik Krallık, 2009) belgeselinin çekimleri zamanında yaptığı basın toplantısında, Ahmet Yıldız cinayetinden bahsettiği için gelişmişti. Bir kaç hafta sonra olumlu yanıtı almış ve !f ekibinden Serra Ciliv mutlulukla bizi aramıştı. Tam iki ay sonra, bir akşam, tepeden harikulade bir Boğaz manzarasına karşı, Rupert ile yan yana yemek yiyor, filmlerinden konuşuyor, Türkiye’de tanıştığı kişilerin bazılarının dedikodusunu yapıyor ve kahkahalarla gülüyorduk. Ertesi gün 11. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nde Zenne’nin gösteriminden sonra açılış konuşmasını yapmış; akşamında da Yeni Bir Dünya İçin Sinema Ödülü'nü almıştı. Hala ara sıra hatırladığımız, konuştuğumuz, hoş anılarımızdan biridir.


"!f İstanbul benim en çok öğrencilik yıllarım"

Zümrüt Burul

!f İstanbul benim için en çok üniversite yıllarım demek... 2003 senesiydi, o sene tüm istediğim filmlere güzel yerlerden bilet bulmuştum, bir tek Donnie Darko'ya yer yoktu. Sonra gece 24.00’e seans koyuldu, ben duyduğum gibi bilet almaya gittim. Ama bir tek en ön sırada yer kalmıştı, o zamana kadar da hep en önde izlemeyi reddetmiştim filmleri, çok düşünüp en sonunda aldım son kalan iki bileti. Filme girerken salonu da bildiğim için çok zorlayıcı bir seyir olacağını düşünüyordum. Çıktığım da ise en ön sırada oturduğumu hatırlamadığımı fark ettim, filmin ruh halinin yanında garip bir mutluluk ve coşku yaşadığımı hatırlıyorum. En önde film izlememe kuralım da böylece tamamen kırılmış oldu.


"Nefesimi tuttum ve seyirciyi seyrettim"

Ece Dizdar

!f'i düşündüğümde beni heyecanlandıran ve düşündükçe mutlu eden bir anımsa soru, aslında cevabı çok basit! İlk sinema filmim Çekmeceler'i (Caner Alper/Mehmet Binay, Türkiye, 2015) bir sinema salonunda seyirci eşliğinde ilk kez 14. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nde seyrettim. Seyirci filmi izlerken, ben nefesimi tutup, seyirciyi seyretmiştim.


"Kar kış demeden geldiniz..."

Arzu Çevikalp

!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nin benim için yeri ayrı ve bu nedenle her yıl kendimi ona göre programlıyorum. Popüler filmlerden sıkıldığım zaman !f benim sığınabileceğim güvenli bir liman oluyor; çünkü bağımsız filmleri izlerken gerçekten büyük bir coşkuyla doluyorum, bu da demek oluyor ki, kafam rahat bir şekilde film izliyorum. Şu bir gerçek ki, izlediğim filmlerle beraber bambaşka dünyalara ışınlanıyor ve o filmler eşliğinde yolumu buluyorum. Normal hayatında her gününü olaylı olarak geçiren biri olduğum için aslında !f ile ilgili bir maceramı sizlerle paylaşıyorum. 


“Kar yağsa da, kış olsa da dolu yağsa da buz tutsa da, film izlemekten vazgeçmem” ilkesine inanan biriyim; işte tam da bu nedenle 2015 yılında rutin eylememi gerçekleştirerek yapmış olduğum programa göre Caddebostan Kültür Merkezinde 14. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali filmlerini izlemeye gittim. Yerlerin kar ve buz kaplı olması da cabasıydı! Aşırı kar yağdığından ötürü yürüyemiyordum bile… Hatta bir keresinde ayağım kaydı ve düşüyordum, hiç aldırış etmeden yoluma devam ettim. Bu yaptığım büyük bir çılgınlıktı belki ama değdi. Üzülerek belirtiyorum ki, kar nedeniyle salonda en fazla 20-30 kişi vardı. Yalnız o dönemki !f ekibinin şu sözü beni çok etkiledi: “Kar ve kış demeden geldiniz, bizleri yalnız bırakmadınız. Çok teşekkür ederiz.” O filmlerden kendimi nasıl mahrum bırakabilirdim ki? Tabi bu kadarla sınırlı kalsa iyi. Filmin heyecanına kapılarak telefonumu kaybettim sandım ve durumu yetkililere bildirdim, sonra bir baktım ki telefon çantamın içinde! Aşırı güldüm. Tüm bunların bir de artı tarafı da var, o da şu: Festivalde tanıştığım sanatsever o insanlar…


Birhan Keskin ve Yeşim Ustaoğlu 16. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali kapsamında gerçekleşen Küçük Sohbetler buluşmasında, İstanbu'da.
Birhan Keskin ve Yeşim Ustaoğlu

"Sinemanın geleceğiyle ilgili önemli ipuçları"

Erdoğan Mitrani

Aslında zor soru bu. 17 yılda bir değil, birçok değil, sayısız anılarım var !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'yle ilgili. En önemlisi gençlik hevesi olarak başlayan bir etkinliğin kısa sürede İstanbul’un en önemli iki film festivalinden birine dönüşmesi ve ilk gününden 17. yılına bağımsız sinemanın en ilginç örneklerini sunmaya devam etmesi.


Unutulmaz anılar, tabii ki filmler ve filmcilerle ilgili. İlk filminden beri sinemanın tanrılarından biri olarak gördüğüm, Alejandro Jodorowsky söyleşisi, söyleşi sonrası uzun süre lafladıktan sonra kırk yıllık dostlarmışçasına sarılıp öpüşüp ayrılmamız bu anıların en kıymetlisi.


Hedwig and the Angry Inhch'den (John Cameron Mitchell, ABD, 2001) beri hayran olduğum John Cameron Mitchell ile tanışmak bir başka mucizeydi. Sıkı bir sinefil olan Mitchell’le bir hafta boyunca aynı filmleri izlemek, iki film arası sinema konuşmak da cabası. Bu eski dostun son filmini de -tabii ki- !f’de keşfedeceğiz.


Keşif demişken, hâlâ favori bölümüm olan Keşif'te başka hiçbir yerde bulamayacağım sayısız farklı ve ayrıksı film keşfettim. Bunlardan İran’dan gelen, bir korku filmiymiş gibi başlayıp gerçeklik algısıyla oynayan Shahram Mokri’nin 135 dakikalık tek planda çekilmiş Balık ve Kedi'si (Mahi va Gorbeh, Shahram Mokri, İran, 2013) unutamadıklarımdan biri.


!f sayesinde filmlerini ve kendisini tanıyıp sevdiğimiz bir başka sinemacı da Gizli (Veşarti, Ali Kemal Çınar, Türkiye, 2015) ile tanıyıp YouTube’da kısa filmini bulduğumuz, geçen yılın en güzel filmlerinden Gênco'nun (Ali Kemal Çınar, Türkiye, 2017) yazar ve yönetmeni Ali Kemal Çınar oldu.


Üzerinden bir on yedi yıl daha bile geçse unutamayacağım olay ise geçen yıl film gösterimleri paralelinde Bomontiada’da gerçekleştirilen Sanal Gerçeklik sergisi oldu. Olağanüstü görselliğinin yanında, sinemanın geleceğiyle ilgili önemli ipuçları veren etkinliğe yoğun film izleme programımıza karşın ayırabildiğimiz bir buçuk gün az bile geldi. Son olarak, iyi ki varsın !f!


"Anlaşılan öldüğümü sanmış..."

Allegra Haliyo Mitrani

2003 ya da 2004 yılı idi yanılmıyorsam. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nde izlediğimiz bir filmin çıkışında tanıdığım fakat ismini bile bilmediğim bir kadın yaklaşıp ellerimi sıkıca tuttu, sımsıcak ve heyecanlı bir ifadeyle, "Sizi gördüğüme nasıl sevindiğimi bilemezsiniz, inanın beni çok mutlu ettiniz şu anda" diyerek söze başladı. Bir müddet sinemadan ve o yıl festivalde izleyeceğimiz filmlerden konuştuk, sohbet ettik. Ayrılırken, "Uzun zamandır görünmüyordunuz, geçen sene de festivalde yoktunuz; eşinize sormaya da cesaret edemiyordum..." deyip sarıldı, ertesi gün görüşmek üzere ayrıldık. İşlerim o dönemlerde çok yoğun olduğundan, iki ya da üç sene boyunca, festivali izleyememiştim. Anlaşılan öldüğümü sanmış, Erdoğan’ın yanında göremeyince.


Çok etkilenmiştim. Sadece beraberce film seyreden insanların kırk yıllık dostmuş gibi duygular besleyip ilişkiler geliştirmesine vesile olan festivallerin (!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali yeni sayılırdı o yıl benim için)  hayatımdaki önemini ta içimde hissetmiştim. O yıl sinema müdürleri dahil birkaç kişiden daha benzer tepkiler aldığımı ve eşimle bu konuyu uzun uzun konuşmuş olduğumuzu anımsıyorum.


"Allah DocLab’ı başımızdan eksik etmesin."

Rüzgar Buşki

Şöyle bir geriye bakıp düşündüğümde !f'ten en çok anlattığım hikayeler, hafızamdaki en canlı kareler bizim belgesellerin galalarından hep. 2014 yılında Voltrans (P. Ulaş Dutlu, Özge Özgüner, Türkiye, 2014), 2016'da #direnayol (Rüzgar Buşki, Türkiye/Almanya, 2016) galaları. Bayram gibi geniş aile toplaşması, bütün lubunya camiası orada, herkes biraz özen göstermiş, süslü püslü giyinmiş, sarılmalar, gülüşmeler. Bir de filmlerde kaybettiğimiz arkadaşlarımız Ali, Boysan ve Zeliş de olduğu için çok farklı bir buluşma deneyimi onları büyük perdede görmek. #direnayol’dan sonra Sema Yakar, "Gidenlerin arkasından sessizlik kalıyor. Filmler sessizlikte ses oluyor. Sesimiz başkalarına da ulaşıyor" demişti. Biz filmlerle sesimizi yükseltiyoruz. Festivaller de bu sesi binlere ulaştırıyor. Lubunyalar olarak sadece bir araya gelmemiz bile ‘yasak’ artık. Bu alanların, anların değerini çok iyi bilmemiz, korumamız gerekiyor.


Galalar dışında bir de geçen sene ilk defa gerçekleşen DocLab’ı anmadan edemeyeceğim. DocLab’le beraber !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali sadece bir festival değil, aynı zamanda bir okul da olmaya başladı benim için. Danışmanlarımızdan Berke Baş’ın projemiz hakkında hiç çalışmadığımız yerlerden sorduğu sorular hala aklımda. :) Allah DocLab’ı başımızdan eksik etmesin.


"Kapıda kalakaldım"

Hasan Nadir Derin

Her festival bilet satarken, salona geç kalanlar alınmaz şeklinde bir not düşer. Ama neredeyse hepsinde de ilk beş dakika içinde salonlara girenleri görürsünüz. !f, bu kuralı en acımasız şekilde yürüten festival.


Bir !f yılında iki film arasında büfeden kahve alayım da, öyle salona gireyim demiştim. Sıra biraz uzun olunca elimde kahve ve biletim ile salon kapısında kalakaldım. Başka seyirciler de beklemekteler fakat pek sevgili festival görevlileri Nuh diyor, peygamber demiyordu. Sonuç olarak hiçbirimizi salona almadılar. Kıssadan hisse bu bana bir ders oldu: !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nde filmlere lütfen gecikmeyiniz. :)


Leos Carax 12. !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali kapsamında İstanbul'da.
Serra Ciliv ve Leos Carax

"Aramızda karşılıklı bir bakışma başladı"

Cem Altınsaray

!f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nin ilk yıllarından biriydi. TRT'de haftada bir gün yayınlanan bir sinema programı hazırlayıp, sunuyor ve zaman konusundaki rahatlığım dolayısıyla festivali baştan sona takip ediyordum. Bazı gösterimler daha çok seyirci çekiyor, salonlar dolup taşıyor, bazılarını ise biz bize izliyorduk. Fuayede yalnızca birkaç seyircinin bekleştiği bir gösterim öncesi, tek başına bir sandalyeye ilişmiş bir kadınla aramızda karşılıklı bir bakışma başladı. Tuhaf ama tanıdık bir güzelliği vardı. Biraz tanıyıp tanımadığımı anlamak, biraz da bu kaçamak bakışmaların gerçekliğinden emin olmak için ona doğru birkaç adım attığımı hatırlıyorum. Kim olduğunu anladığımda yüzümü bir gülümseme kapladı, o da sıcacık bir gülümseme ile karşılık verdi. Nişanlısı Darren Aronofsky ile birlikte festival konuğu olarak İstanbul’a geldiğinden haberim dahi yoktu. Birkaç yıl içinde Oscar ödülünü kucaklayacak Rachel Weizs’dan bahsediyorum. Bana nasıl baktığını hiç unutmadım ve sanırım bu benim !f’e dair en tatlı anım!


"Daha nice yıllara"

Hande Ataizi

İlk düzenlenen yıl tanıştım !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'yle. 2002'nin soğuk bir Ocak gününde. Fransız sinemasının genç kuşak yönetmenlerinden François Ozon, epeydir radarımdaydı. Yönetmenin Türkiye'de gösterim şansı bulamayan ilk uzun metrajlı filmi Denizi Gör (Regarde la Mer, François Ozon, Fransa, 1997) bizi tanıştıran film oldu. O yıl !f sayesinde başka bir tanışıklığım daha oldu: Darren Aronofsky! Bir Rüya için Ağıt (Requiem for A Dream, Darren Aronofsky, ABD, 2000) halen en sevdiğim filmlerden. Aronofsky'yse favori yönetmenlerimden. Yıllar içinde onlarca film izledim, bir çok genç yönetmenle tanıştım. Farklı coğrafyalara, farklı yaşamlara inanılmaz yolculuklar yaptım. Bu yolculuklardan öğrendim, ilham aldım, beslendim. Hepsi !f İstanbul Bağımsız Filmler Festivali sayesinde! Bugün on yedi yaşında, ergenliğini tamamlamış, aklı başında ama yeniliklere ve çılgınlıklara açık bir genç kadın festivalimiz. Ben öyle görüyor ve bundan mutlu oluyorum! Daha nice yıllar birlikte keşfetmek dileğiyle.

 

Bu makale ilk olarak Istanbul Art News'ün Chronicle ekinin 34. sayısında, Şubat 2018'de yayımlanmıştır.

Comments


Commenting has been turned off.
bottom of page