top of page
Writer's pictureZekican Sarısoy

'80'ler partisi Freddie ve Whitney

2018’in son ayları seksenlerin popüler kültürünü ardı arkası kesilmeyecek şekilde

piknik sepetinden çıkarır oldu. Bryan Singer’ın yönetmenliğini yaptığı Bohemian Rhapsody (Bryan Singer, ABD/Birleşik Krallık, 2018) ile Kevin Macdonald’ın yönetmen koltuğunda oturduğu Whitney (Kevin Macdonald, ABD/Birleşik Krallık, 2018) bizi 80'lere ışınlıyor.


Editör: Şebnem Kırmacı

Whitney, Kevin Macdonald

Bir dönem. Dans. Parti. Disko. Ve popüler kültürün yarına güvence vermeksizin kucak açtığı

bugünler. 2018’in son ayları seksenlerin popüler kültürünü ardı arkası kesilmeyecek şekilde

piknik sepetinden çıkarır oldu. Bryan Singer’ın yönetmenliğini yaptığı “Bohemian Rhapsody”

ile Kevin Macdonald’ın yönetmen koltuğunda oturduğu “Whitney”. Sadece seksenleri

avuçlarına alan iki isim mi? Hadi bir daha düşünelim: Onları bugüne kadar radarına

almayanlar için bu filmlerle birlikte hayatlarına girecek Freddie ve Whitney başka

diyarlardan gelen, tanıdık olmayan iki müzisyen gibi.


Karanlık olduğu kadar fantastik bir anlatıyı da filmlerinde buluşturan yönetmen Bryan Singer’ın

onu bekleyenler için hazırladığı menüsündeki son yemek olarak karşımıza çıkıyor Bohemian

Rhapsody. Yönetmenin tarihsel olanı öyküleştirmedeki ustalığı ve anlatacağı şeyleri rahatlıkla

devleştiren tutumundan bu film de nasibini alıyor. Öte yandan Queen gibi bir grubu daha ne

kadar büyütebilirsin ya da süsleyebilirsin? Yönetmen Singer, Queen’in yanından yöresinden

geçmiş hemen hemen herkesi bildikleri bir rüya içinde bilmedikleri bir rüyaya uyandırmayı

başarıyor. Ancak bu hikâyenin Quenn’e olduğu kadar bir karakter öyküsüne de kendini fazlaca

açtığı Freddie merkezinde, ne Freddie’nin, ne de Queen’in ayağı dolanmadan bir an bile

geçmiyor. Ortaya iki merkezi de kotaracağına kendini fazlaca inandırmış yalpalayan bir öykü

çıkıyor. Rami Malek’in her daim nefesini ensenizde hissedeceğiniz performansı neyse ki çoğu

kez imdadınıza yetişiveriyor. Oyuncunun giydiği bu kostümün paçalarından Freddie toprağını

silkeliyor ve size sadece bu performansa eşlik etmek düşüyor. Ne var ki, öykünün direksiyonu

nereye kıracağını saptayamayan Freddie, bir zaman sonra tabansız bir öykünün kollarına

kendini bırakıyor. Ataerkil geleneklerle çevrili bir evde gözünü açıyor Bohamian Rhapsody. Tanzanya’dan uzun bir yolculuk sonrası İngiltere’ye gelen Bulsara ailesinin evinde bir süre gezinen öykü, bu gezinmeyi Freddie’nin evden ayrılmasıyla gündeminden sıyırıp atıyor. Queen’i bir araya getiren ekibin buluşması ve Queen’in Quenn olarak kendini sahneye atmasıyla kurmaca film çözülmeye kadar olan evresini bu haliyle tamamlıyor. Filmin bu aralık boyunca takibe aldığı karakterin kendi geleceğini tayin etme mücadelesi perde kararıncaya dek devam ediyor. Tek devam eden bu değil elbet. Şöhreti iyiden iyiye parlayan grubu, bu günlerine getirdiğine kendini fazlaca kaptıran Freddie’nin diva anlarıyla mücadele etmenin kendisi de film boyunca sıcaklığından hiç ödün vermiyor. Üstelik bununla tek mücadele eden grup ya da filmin kendisi olmuyor. Yönetmen Freddie’nin koluna girip şarkılarına eşlik eden sizleri, bir an da onunla mücadele eden, onunla sizi karşıya karşıya getiren bir konuma itiyor. Kulaktan kulağa anlatılan bir öykünün çıkıntılı taraflarını neden-sonuç ilişkisiyle kotarmaya çalışan film, izleyicisine atadığı gözetleme kulesi rolüyle de tesis edemediği bir hikâyenin mümkünlüğünü yokluyor.

Çerçevelediği anlatıyı takip etmenizi zorlaştıran bir üslup var Bryan Singer’ın filminde. Katman

katman kurulan yapı içinde tekniğin bütün varlığını sadece müzik üzerinden varettiğini

görüyorsunuz. “Sizin için bunu hazırladık, umarız eğlenirsiniz” nosyonu Queen’siz Freddie,

Freddie’siz Queen olmaz anlayışının ötesine geçmediği gibi müzikal film gibi bir türün kabulünü

öngörüyor. Öyle ya, zaten bu film müziksiz ne olabilirdi?


Bohemian Rhapsody, Bryan Singer

Tony Bennett’e göre Amy’nin (Winehouse) ne caz, ne soul diyebileceğimiz tınısında kendisinden

evvel ki Billie Holiday, Nina Simone gibi müziğin unutulmaz seslerinin kulvarında koşabilecek

bir kalite var. Birileri Amy’yi değerlendiredursun, onun için ünlü olmak mefhumu delirmiş

olmanın bir getirisi aslında. Amy’ye (Asif Kapadia, Birleşik Krallık, 2015) baktığımızda boşluğa düşen bir karakterin son anlarına eşlik ediyoruz. Yönetmen Kapadia film boyunca sadece Amy’nin kendisini konuşturmakla kalmıyor, Amy’nin babası da roller coastera biniyor. Kariyerinin son dönemlerinde katıldığı canlı yayınlarda Winehouse’un sıklıkla dile getirdiği güvencesizlik ve

babası tarafından maruz kaldığı zorbalık ne yönetmeni baba Winehouse ile çalışmaktan geri

tutuyor, ne de baba Winehouse çocuğunu anlatmaktan öte duruyor. Karakterlerin anılardan ve

birilerinde kalanlardan yeniden inşa edilmesi, izlediğiniz şeyi hatırladığınız, bildiğiniz şeyden

uzak tutmanız gerektiğini size her fırsatta söylüyor. Bu Amy Winehouse’un filmi değil, Amy

Winehouse’a benzeyen birinin filmi. Kevin Macdonald’ın henüz vizyonda olan “Whitney”i bu

yönüyle sıklıkla Amy’yi akıllara getiriyor. Film boyunca Houston çocukluğundan, aramızdan

ayrıldığı süreye kadar onu saçından, tırnağından çekiştiren bir havariyle yaşıyor. Ağlayanlar,

gülenler, onaylayanlar ya da ayıplayanlar. Film kullandığı teknik itibariyle Bryan Singer’ın

Bohemian Rhapsody’sinden belgesele daha yakın duran formuyla ayrılıyor. Freddie’nin

hikâyesinde geri planda kalan aile ya da dostlar faktörü Whitney’in öyküsünde onu baştan aşağı

kuşatır bir halde izleyicisiyle buluşuyor. Ancak film boyunca konuşan kafaların zamana yayılan

tacizlerini ve süregelen varlıklarıyla Houston’ı nasıl şekillendirdiklerini birincil ağızdan

dinlemek, yönetmen Kevin Macdonald’ın anlattığı hikâyenin kime ayna tutmak istediği yönünde

bir çelişki yaratıyor.


Kamusal alanla kişisel alanın iç içe verildiği film boyunca pop bir yaşantının dış etkenler yoluyla

nasıl bozulduğu üzerine duruluyor. Serpiştirilen haber, röportaj ve video kayıtları kişiler

üzerinden kurulan diyalog zeminiyle güçlendiriliyor. Bunu yaparken de yönetmen halatını sıkı

sıkıya bağladığı trajedi ögelerini filmin dinamiği düşen her ana yerleştiriyor. Kapadia’nın

Amy’sinde ve Macdonald’ın Whitney’inde izleyiciye fısıldayan belki de en vurucu nokta, düşüşe

gelene kadar yıldızların sergiledikleri bu güçlü duruş hali. Ancak Whitney’in Amy’den ayrıldığı

nokta Whitney’in kendisini, kendinden daha çok başka birilerinden dinlemesi oluyor. Sürekli

yeni, yıkıcı bir şeyler öğrenmeye açık hale gelen film izleyicisini olduğu kadar kendisini de

mantıksal olarak boşluğa çekiyor. Filmin omurgasında yaşanan bu sıçramalar filmin Whitney’in

varlığını hatırlamak üzerine olduğundan çok yokluğunu anlamaya dair olduğu yönünde bir

çerçeve çiziyor. Çözülme anına kadar bilgilerin saklı tutulması ve söyleşilerin bir anda ivmesini

taciz ve şiddet vakalarına yöneltmesi, filmin süregelen işleyişinde de başarısız, tatminsiz bir

zemin kuruyor. Yönetmenin bu anlamda sadece birilerini konuşturmakla kalmaması, sıralamayı

kendi tercihi doğrultusunda yönlendirmesi, anlatıcının hedefinin Whitney’in yokluğu olduğu

yönündeki o kanıyı güçlendiriyor.


Her iki yönetmenin de –Macdonald ve Singer- öykülerinde bile isteye açtığı boşluklar, bu

filmleri hangi ucundan tutmanın makul olacağına dair de bir belirsizlik yaşatıyor. Bohemian

Rhapsody’nin fanatikleştirdiği öyküye fazlaca kapılan dokusu zamanla pek çok şeyi de

fanatikleştirip, içine çeken bir girdaba dönüşüyor. Whitney ise bütün iplerini kuklacısına emanet

etmiş bir oyuncak bebek kadar müphemleşen bir eğride seyrediyor. Öte yandan karakterler bir

pembe dizi karakteri misali kendi hayallerine dalan ve müzik dışında başka oluşlarını

sergilemekten aciz duran bir pozisyonda tutuluyor. Oysaki birilerinin gördüğü, hissettiği ya da

anlattığından çok karakteri esas şekillendiren şeyleri vermesi açısından onların hayatına

doğrudan tesir eden şeylere odaklanmak da bir tercih olabilirdi. Film bunu söylerken de yine

birilerinin dudaklarının arasına sıkışıp kalıyor. Whitney’in uyuşturucuyla ya da arkadaşı Robyn ile olan ilişkisi; Bohemian Rhapsody’den cinselliğin ya da göçmenliğin şırıngayla çekilmesi

noktasında aynı işlevi görüyor. Filmlerin arka plana sıkıştırdığı ve asla bağlama oturmayan

Siyah Hareketi ya da AIDS’in umutsuz vaka draması, filmi güçlendirmiyor ya da inandırıcılığını

arttırmıyor; aksine yönetmenlerin tercihleri noktasında sadece kendilerini doğrulama vazifesi

görüyor.

 

Bu makale ilk olarak Istanbul Art News'ün Chronicle ekinin 42. sayısında, Aralık 2018'de yayımlanmıştır.

0 views

댓글


댓글 작성이 차단되었습니다.
bottom of page